Çağlar boyunca, güçlü zayıfı ezdi; kurnaz ve kalpsiz, aptal ve masum olanları tuzağa düşürdü ve köleleştirdi, ve insanlık tarihinde, hiçbir yerde, hiçbir Tanrı ezilenlerin yardımına koşmadı. - Robert Ingersoll

6 Temmuz 2013 Cumartesi

kırık camlar projesi ikinci senaryo

''anne, babam bizi sevmiyor mu?'' diye sordu çocuk. annenin bir an gözleri doldu, cevap veremedi oğluna. çünkü oğlu bunu sormakta haklıydı...

kocası tam bir alkolikti. her gün eve gecenin bir yarısı gelir, bağıra çağıra ev ahalisini uyandırır, ters bir şey söylendiğinde ya da yaptığı irdelendiğinde
ise döverdi...
az dayak yememişti gecenin dördünde kadın. az sabahlara kadar ağlamamıştı.

ayrılamıyordu kocasından. hem kendi ekonomik özgürlüğü yoktu, hem de ailesi bu tarz şeylere karşıydı. o evden çıktıktan sonra çocuğuyla birlikte başını sokacak bir evi
yoktu yani çaresiz kadının...

çok düşünüyordu... ne yapacağını, çocuklarına nasıl bir gelecek sunacağını. çünkü biliyordu o adam, onların hayatında olduğu sürece çocuğuna hiç bir şekilde
güzel gelecek sunamayacaktı.
evet temizliğe gidiyordu, evde hasta kadın bakıyordu, merdiven siliyordu evet ama, buralardan aldığı para ancak daha küçük olan oğluna yetecekti. oğul büyüdüğünde ne
olacaktı?

çocuk daha ilk okula gidiyordu. tam babasına ihtiyacı olduğu zamanlarındaydı. ama onun babası yoktu. arkadaşlarını okula hep babaları bırakıyordu ancak
 onun babası bir kere bile okula bırakmamıştı onu. babasız gibiydi. onun babasıyla anlatacak bir tek güzel bir anısı bile yoktu. çalışır, çalıştığı parayı alkole verir,
gece gelincede sadece döverdi. az gözü morardığı için okuldan kaçmamıştı.
bir gün okulun bahçesinde otururken öğretmeni çağırdı çocuğu. koşa koşa gitti. babasından daha çok seviyordu öğretenini. her gördüğünde başını okşardı, şeker verirdi,
kalem verirdi ya da arkadaşları yeni aldığı boya takımıyla hava atarken onun burkulduğunu görür ertesi günü ona boya takımı alırdı. hatta bir keresinde bu yüzden
annesi dayak yemişti babasından.
öğretmen çocuğa neden bu aralar derslerine çalışmadığını sordu, eskisi gibi ders çalışamıyordu. sürekli kavga oluyordu evde. annesi ağlarken o ders çalışamıyordu ki.
ders çalışsa bile bu kez babası o ders çalışıyor diye onu dövmeye başlıyordu.
çocuk durumu anlattı öğretmenine. ağzından çıkan her bir cümledeadam hayretler içerisinde kalıyordu. konuşma bittiğinde annesini yarın okulda görmek istediğini
söyledi öğretmen.
babası bunu duymamalıydı. her zaman bir bahane yaratırdı zaten dövmek içinde bu kez annesinin babasını aldattığını idda ederek dövecekti. söyleyip söylememek
arasında kaldı ve yol boyu bunu düşündü. eve geldiğinde kararını vermişti.
annesi kapıyı açtı.
babasının evde olmadığına emin olduktan sonra, mutfaktaki annesini sessizce yaklaşıp, öğretmeninin kendisini çağırdığını söyledi. kadın şaşkındı. yaramaz bir oğulu
yoktu çünkü.
o gece yine kavga dövüş geçti. kocası yine bir bahane bulmuştu kadını dövemk için.
ertesi sabah çocuğuyla birlikte gitti okula. yol boyunca öğretmenin ne diyeceğini düşündü. ancak öğretmenle konuşmaya başladığında tamamen yanıldığını farketti.
öğretmen, önce çocuğun söylediklerinin doğru olup olmadığının teyidini aldı, çünkü bu dönemdeki çocukların hayal güçleri olabildiğine gelişmişti. kadın utanarak
onayladı. öğretmen bu cevap üzerine MOR ÇATI diye bir kuruluşun olduğundan bahsetti. bu kuruluşun amacının aile içi şiddete maruz kalan çocukların ve annelerin
onlara yardım etmek olduğunu anlattı. konuştukları süre boyunca kadın biraz daha bilgileniyordu. ancak kadın yine de korkuyordu. çocuğunu babasız büyütmekten
ona büyüdüğünde yetememekten.
kadın, okuldan ayrılmadan önce çocuğuna bakmak için sınıfına girdi çocuğunun. en arkaya oturmuş öylece düşünüyordu oğul, farketmemişti bie annesinin geldiğini.
kadın sessizce çıktı sınıftan. içine oturmuştu çocuğunun o yüzündeki ifade.
yol boyunca öğretmenin söylediklerini düşündü kadın. bir de söz vermişti her ne olursa olsun o da destek oalcaktı oğlunun eğitimi için. ne yapacağını bilmiyordu.
daha fazla dayanacak cesareti ve gücü de yoktu. morarmamış yeri kalmamıştı çünkü kadının. ölene kadar o adamın kahrını çekemezdi.
çocuk eve geldiğinde annesi hala bunları düşünüyordu. oğul öğretmeniyle ne konuştuğunu sordu. annesinin dudaklarından istemsiz olarak sadece 'kurtulacağız oğlum az kaldı''
cümlesi döküldü. çocuğun bir an gözlerinin içi parlamıştı. tam nasıl diye soracaktı ki, kapı çaldı, babası gelmişti. anne kapıyı açar açmaz adam içeri atladı.
annesinin kolundan tuttuğu gibi oturma odasındaki kanepenin üzerine fırlattı. kadın ne olduğunu şaşırmıştı. adam bağırmaya başladı.
''boşayacağım seni.''
'senin gibi kadın olmaz olsun''
çocuk bu annesine hakaret dolu cümleleri duydukca dayanmadı ve babasının üzerine atladı.o küçücük bedenin kocaman yüreğiyle babasına vurdu. adamın canı acımıştı.
o yüzden çocuğu üzerinden atıp, dövmeye başladı. anne, çocuğundan akan kanı görünce dayanamadı. çocuğunu kocasının altından çekip aldı ve çantasını aldığı gibi
evi terk etti.
en yakın karakola gitti ve mor çatının nerede olduğu sordu. kadın o gece, sığınma evine yerleştirildi.

zaman geçtikçe rahat ediyordu. en azından içi rahattı ve onca yıl adamı çektiği için çok pişman olmuştu ancak onun durumunda olanlar için çok iyi bir örnek olmuştu.
çocuğu üniversiteye hazırlanmaya başlamıştı. kadın onca sene kendini öyle bir toparladı ki. evi vardı, işi vardı. bir bankaya hizmetli olarak girmişti. kendi parasını
kazanıyordu, bu arada öğretmende verdiği sözü tutmuştu. elinden geldiğince her konuda yardım etmişti anneyle oğula.

rahattı kadın artık. gururluydu.. bir çok dayak yiyen kadının yapamadığını yapmıştı. kocası sahte içki yüzünden ölürken, o, oğuluyla birlikte yepyeni bır hayat
kurmuş ve insanlara kendi durumundaki tanıdığı kadınları bilgilendiriyordu.

onca sene boşuna dayanmıştı. ama şimdi huzurlu, sımsıcak bir yuvası vardı oğuluyla birlikte.
çocuk ise dört elle derslerine sarılmıştı. çok iyi bir avukat olacak ve annesi konumundaki kadınların hepsine yardım edecekti. annesine de çok daha iyi bir hayat
sürdürecekti.

ikisinin de hayatta hiç kimseleri yoktu. o yüzden sadece birbirleri için yaşıyorlar ve çalışıyorlardı.

28 Haziran 2013 Cuma

kırık camlar projesi gençlik kolları 1. skecin senaryosu

bir anne vardı...
komşunun çocuğu gibi olmasını isterdi kendi çocuklarının da. komşunun çoçuğunun biri doktor, diğeri öğretmendi yani ikisi de devlet kapısında çalışıyordu.
 kendi çocukları da öyle olmalıydı. devlet kapısında çalışmalıydı. özel sektöre güven olmazdı çünkü. bin bir zorluklarla yetiştirmişti çocuklarını şimdi haklı
olarak  ''adam'' olmalarını istiyordu ancak atladığı bir şeyler vardı.
bir gün çocuklarını karşısına alıpta konuşmamıştı anne, sormamıştı çocuklarına;

''gelecekle ilgili, hayatını devam ettirmek için ne yapmak istiyorsun?''

sormamıştı, sormadığı yetmiyormuş gibi, çocukken teyzeler-amcalar sorduğuda ''büyüyünce ne olacaksın kızım/oğlum?'' diye hemen atlar doktor olacak amcası-teyzesi
derdi...

bu durum çocukların psikolojisinde öyle bir baskı oluşturmuştu ki...

çocukların kafasında;

-başarılı olmam lazım,
-okulu dereceyle bitirmem gerekiyor,
-doktor/avukat olmam lazım

gibi bir çok komut oluşmuştu.

büyüdüler...
kafalarında hala aynı şeyler... karşı gelemiyorlardı annelerine ancak onlar biliyorlardı ki doktor/ avukat olsalar bile devlete, kendilerine yararlı olamayacaklardı.
çünkü ikisininde yeteneği başka doğrultudaydı. gelecekte sadece resimle ilgili şeyler yapmak istiyorlardı. ressam olmak istiyorlardı...
ancak bunu bir türlü annelerine söyleyemiyorlardı...
bir gün ağabey dayanamadı annesini çağırdı ve durumu anlattı. anne şaşkındı, ilk defa karşı gelmişti çocukları ona, ne yapacağını şaşırdı ancak kafasında sabit bir
fikri vardı: devlet işine girmezlerse, byük adam olmazlarsa çocukları aç kalacaktı. anne ağlayıp, bağırmaya başladı.
''ben sizi babasız büyüttüm. siz gelmişssiniz bana ressam olacağız diyorsunuz. babanızın kemiklerini sızlatacaksınız. eğer boş gezenin boş kalfası olursanız, devlet
kapısına girmezseniz annelik hakkımı helal etmem size!''

çocuklar şaşkındı. ne yapacaklarını bilememişlerdi çünkü annelerinden böyle bir tepki beklemiyorlardı...

o günden sonra annelerine sanatla uğraşanların aç kalmadıığını anlatmak için uğraştılar. gel zaman git zaman öğrenemedi anne. ne yaptılarsa olmadı.
anne kafasına koymuştu bir kere. resimle, müzkle, dansla karın doymazdı... ancak annenin örnek gösterdiği komşu çocuğuyla ilgili bilmediği birşey vardı...

anne bir sabah uyandığında komşusunun büyük oğlunun geldiğini öğrendi. doktor olarak istanbulda yaşadığını zannettiği o büyük oğul... pasta, börek yapıp kadim
dostunun oğluna ''hoş geldin'' e gitti anne. bir ara kadın mutfağa gitti. anne oğlanla konuşmaya başladı...

''senin de işin zor be oğlum, o kadar hastayla uğraş dur.'' deyince anne bütün herşey açığa kavuştu. oğlan öyle bir kahkaha attı ki, anne ne olduğunu şaşırdı.
 daha sonra çocuk anlatmaya başladı: tıp fakültesini bitirirken anladığını aslında onun mesleğinin müzik olduğunu ve o an  nasıl  karar verip müziğe ve sahnelere
 döndüğünü, ancak annesinin doktor olması yönündeki baskılarından dolayı onu da kırmak istemediği için doktorluk yaptığını söylediğini... ne var ne yoksa bir
çırpıda anlatmıştı oğlan...
anne eve gittiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. ibret olarak çocuklarına gösterdiği oğlan 10 yıldır ailesine yalan söylerken, kendi çocuklarının bir kere
bile yalanına rastlamamıştı...
oğlana baktı... son model arabası vardı, komşusu bir ara evinin resimlerini göstermişti oğlunun onları hatırladı... çocukları için hayalini kurduğu bir hayat
yaşıyordu oğlan anlattıklarına da dayanarak... demek ki mutlaka devlet kapısına girmek gerekmiyormuş. insan yaptığı işte mutlu olunca nerede ne işi yaparsa yapsın
güzel bir hayat yaşayabiliyormuş...

anne bunları düşünürken çocukları girdi eve... anne tutamadı kendini, ağlamaya başladı... bunca zaman boşuna baskı yapmıştı çocuklarına. geri adım atmayı gururuna
yediremese de anne, yapabileceği bir şey yoktu...

iki çocuğunu da karşısına alıp nasıl hata yapığını anlattı ve özür diledi çocuklarından...
çocuklar şaşkındı... anneleri bir anda nasıl bu kadar değişmişti anlayamadılar ancak güzeldi onlar için bu durum...
artık özgürce resim yapıp, duvarlarına asabileceklerdi...

25 Şubat 2013 Pazartesi

deneme

hani derler ya ''balık baştan kokar.''diye. gerçekten haklı zamanında kim söylemişse. gazetelerde başlıklar görürüz;

''KOCA DEHŞETİ''
''BUNA BİR DUR DEYİN!''

o adam neden bankayı soydu?
o çocuk neden ekmek çaldı?
o baba neden ailesini öldürmüş?

hatayı hep o insanlarda ararız biz. ama görünenin arkasında bir de gerçek vardır. asıl olan, acı bir gerçek...
evet, o adam bankayı soydu, peki ya neden? biz bu soruyu hep o adama sorduk. asıl sorulması gereken yer başkadır üstelik. bir adam neden canı pahasına da olsa bir bankayı soymaya kalkar? bunun cevabını o adam aslında verir; takım elbiseli, parlak ayakkabılı değildir o adam. bellidir yoksul olduğu her halinden. anlarız aslında ama anlamamazlıktan geliriz. çünkü, bu gerçek bir neden ve biz hep gerçeklerden kaçarız. en basit örneği; nükleer santrallerin zararlarını biliriz aslında ama bilmeyiz, hala santral yapacak yer ararız. çünkü bizim işimize bu gelir.

ve belki de devletimizi yönetenler de başta olmak üzere bütün halkımızın en iyi yaptığı şeydir bu...

o baba... canını dişine takıp ailesine bakan o baba... giymeyip çocuğuna giydiren o baba, basın sözüyle bir anda nasıl böyle bir canavar haline geldi? peki halkımız bunun bir anlık cinnet olduğuna gerçekten inandı mı?

ataerkil bir toplumuz biz. baba, bütün gün çalışır, evine gelir karısı kapıyı açar falan filan...

bir baba işsizdir. bütün gün iş arar, bulamaz. akşam evine gelir karısına ne söyleyecek sözü ne de karısına bakacak yüzü vardır. bütün akşam susarlar böylece...
ve bu olay hep tekrarlanır; 1 ay, 2 ay, 1 sene...

nereye kadar bir baba evine ekmek getirememeye dayanabilir ki?

sonu belli işte. ancak bizim irdelememiz nokta burada. birilerine sormamız gereken noktada bu. bu baba neden evine ekmek götüremiyor? çalıştığı maden ocagı özelleştirildiği için işsiz kaldı bu baba...

olay aslında sadece bundan ibaret. ancak soru sorulamıyor bu ülkede.

ne basın soru sorabiliyor,
ne halk
ne de başka biri.

benim özgür basınım nerede?
        -yargılanmadan girdiği hapishanede.

17 Şubat 2013 Pazar

Cezmi Ersöz - Bazen Aşk Gider

ersöz'e


bir yabancı gibi dinleyeceğim seni...
bulduğum ilk boş masaya oturup, elime içkimi alacağım
uzaktan, seni hiç tanımamış gibi izleyeceğim...

hayatın getirdiği o acımasız çizgilerden,
dudaklarına, en ufak mimik hareketlerine kadar
bir şiir edasıyla ezberleyeceğim seni...

varolma nedeninin ne kadar kutsal olduğunu,
kaleminin ne kadar bana güç verdiğini hissedeceğim yeniden.

belkide, tekrar aşık olacağım kalemine...
peki, benliğim bir kez daha sana aşık olmayı kaldırabilecek mi dersin?

bir yabancı olacağım sana...
içten içe kemirip bitireceğim kendimi, biliyorum...
ama yabancı bir benlikle geleceğim ayaklarının dibine.
her anını beynime kazayacağım,
sesinin her bir tınısını kulaklarıma işleyeceğim.
çünkü o ses, duydugum en bugulu, en dokunaklı ses...
en içime işleyen,
en çok ozledıgım ses o...

o gece bir yabancı olacagım sana...
gozlerındekı sonsuzluga dısarıdan bakacagım.
biliyorum tekrar kalbımde sahıp oldugun yerden daha fazlasını alcaksın.
biliyorum yıne farrklı bır ben olusturacaksın.

belkı de ıkı saat boyunca gozlerımın ıcıne bakacaksın,
en bugulu, en ıce dokunur halde olacak gozlerın...
ve sen yıne gıdeceksın...
arkandan bakacagım senın...
şiir gibi butun gece en ufak ayrıntısına kadar ezberledıgım adamın,
şiir gibi gidişini izleyecegım...
sen yıne gıdeceksın.
farklı yerlerde, farklı benler bulacaksın...
benım kadar, aşkını buyutmus baskalarını bulacaksın
ve sonra, 2 saat sonra onlarıda terk edeceksın.

son bulmayacak bu gısılerın asla.
ama bendekı yerın hep aynı olacak.
bir sizofren edasıyla, askıma mektuplar yazacagım...
yada sızofrenın tam kendısı olup, hayalımdekı sana mektuplar yazacagım
kim bilir...